Batı'nın kibirli bir şekilde üstünlük taslaması, bağnazlığın diğer türleri kadar tehlikeli.The Guardian, Pazartesi 8 Ekim 2001Bombalar Kabil'i vurdu. Şehrin üstünden dumanlar yükseliyor, ülkenin iki enerji santralinden birinin vurulduğu bildiriliyor. Aynı anda özel kuvvetler hazır bekliyor, takviye müttefik kuvvetleri kandırılıp, tehditlerle, rüşvetler verilerek mevziye sürülüyor.Saldırıların dünkü ayağının dikkatlice planlandığını söylemek pek mümkün değil. Bu can alıcı modern savaşı toplumda savunanlar, dikkat çekici bir birliktelikle cepheye konuşlandılar. Muhalif sesler saldırıya destek çıkan koronun ve kendini beğenmiş hevesin arasından güç bela duyuluyor.Son söylenenler o kadar sarsıcı ki, savaş mantığının ne kadar çabuk anlayışlarımızı çarpıtıp, yönlendirdiğini gösteriyor. Savaş propagandası ahlaki açıklık ister- öbür türlü tüm bu çekilenler ve şiddet nasıl doğrulanabilir ki?- şu an yaşanan çatışma iyiyle kötü arasında yaşanan bir savaş oyununa dönüşmeye başladı. Bin Ladin ve Taliban'ın her ikisi de gülünç, Bond tarzı hainlere dönüştürülüp, şeytanlaştırılmaya başladılar, bu arada biz de ahlakı bir yana ittik, kafalarımızın üstünde haleler belirdi: biz bencil çıkarlarımızdan hareketle kendimizi korumak için savaşmıyoruz, aksine ilk kez Afganistanlıların faydalanacağı yeni bir ahlaki düzen için savaşıyoruz.Bunun hiç eleştirilmeden kabullenilmesine izin verilmesi oldukça şaşırtıcı. 10 Eylül'de bir kaç kişi Taliban yönetiminde kadınların çektiği eziyeti lanetliyordu- bugün onlar için de savaştığımızı kabul ediyoruz. Aynı şekilde yine çok az kişi Afganistan'ın açlıkla mücadele ettiğini biliyordu. Şimdi Batı üç haftadır askeri operasyon tehdidiyle iyice büyüyen insani sorunları çözeceğini vaat ediyor. Taliban'ı ortadan kaldırarak terörü de ortadan kaldıracağını düşünmenin ötesinde, burada -Çeçenistan'dan Pakistan'a kadar olan coğrafyayı bir günahkar yatağı görmekten bile- daha inanılmaz olan bu saldırıyı ahlaki bir maksatla yürütmek.Bu ahmaklık mı? Saflık mı? İyi niyetli düşünmek mi? Bunlarla ilgisi olabilir, fakat burada ayrıca gizliden gizliye Batı bağnazlığı karşımıza çıkıyor. Öyle ki bu tarihsel sürece dayanıyor ve Batıyı vardığı en ileri nokta olarak görüyor. Ve diğer ülkelere de tek çıkar yol olarak kendi siyasi, ekonomik ve kültürel değerlerini dayatıyor. Diğer kültürlere kendi kültürünü yansıttığı oranda hoşgörü duyuyor -bunun neticesi olarak dini inanışlara sık sık şiddetli bir tahammülsüzlük gösteriyor, bunlara değer vermediğini söylemek, önyargılarını ifade etmek için hiç tereddüt etmiyor. İşin kötüsü Batı bağnazlığının, düşmanı Bin Ladin'de eleştirdiği özellikler kendisine de aksetmiş durumda: bunlar ilk başta sorgulanmamış bir üstünlük düşüncesi, ardından kendi değerlerinin tüm dünyada uygulanabileceği düşüncesi ve kendinden farklı olanı anlamaya çalışmamak.Bu liberalizmin pek aydınlık olmayan tarafı ve son 150 yıl içinde tüm dünyada daha da kötü bir hal aldı. Buna aralarında John Stuart Mill gibi isimlerin de bulunduğu önemli liberal düşünürler de deyiniyorlar ve bu tespit Britanya'nın Viktorya döneminden kalma kendine fazla güvenine de nüfuz ediyor. Fakat bu anlayış Hristiyanlığın tek doğru inanç olduğu iddiasından da önceye dayanıyor. Birleşik Devletler'in Püritenliği ve aydınlanması geriye derin bir ahlaki iyilik bıraktı. Bu üstünlük ekonomik ve teknolojik güce eklenerek kolonileştirme hareketinin olumsuz etkilerini arttırdı, bugün ise uluslararası kuruluşları ve IMF'in yapısal tasfiye programlarını destekliyor.Fakat bunu görmek liberalizme yöneltilmiş bir saldırının başlangıcı olarak algılanmamalı, sadece artık vakit kaybetmeden, insanın düşüncesinin ürettiği tüm sistemler gibi liberalizmin de güçlü ve zayıf noktaları olduğunu anlamalıyız. Savaşı yürütürken, terör korkusunu yaşarken, hoşgörü, alçakgönüllük, kendini eleştirmek gibi liberal değerlerin sık sık ilk kurbanlar olduğunu hatırlamalıyız.Bütün düşünce sistemlerinde, o sistemi savunanların gizlemeyi seçtiği çarpıklıklar var. Liberalizmin en acil çözüme kavuşturulması gereken sorunu, bir yandan hoşgörü iddiasında bulunurken, bir yandan da kibirli bir evrensellik iddiası içinde olması. Bunu da Berlusconi'nin iki hafta önce Batı uygarlığının üstünlüğü üzerine yaptığı sıkıntı yaratan yorumlarda görmek mümkün. John Lloyd New Statesman'da bu hafta içerisinde Berlusconi'nin yorumlarının pek çok insan tarafından paylaşıldığını ancak nezaketten dile getirilmediğini belirtti. Berlusconi İslam ve Hristiyanlık arasındaki çatışmayı son derece dürüst bir şekilde ifade etti : "Onların değerleri ya da değerlerinin çoğu bizim değerlerimizle çelişiyor. Biz bizimkilerin daha iyi olduğunu düşünüyoruz"Bu tarz bir kibir ortaya çıktıktan sonra, en azından biri buna karşı tartışılabilir. Bunların hiç biri müttefikler için, kameralar Afgan mültecilerin Pakistan'a kaçışını görüntüledikten sonra, sadece bilimsel tezler sayılmaz. 11 Eylül ve sonrasında yaşananlar, oldukça acımasız bir durum değerlendirmesine, kendi kültür ve değerlerimizin yeniden incelenmesine neden oldu. Bunlar sadece müslüman dünyası ile değil, Batılı olmayan dünya ile de ilişkilerimizde son derece etkiliydi. Bu acımasız değerlendirme sonucunda Batı bağnazlığının da kokusunun çıktığı anlaşıldı, bakın Harol Evans yakın dönemde nasıl bir tespitte bulunuyor : "Bağnazlığın Orta Çağ'dan kalan bu nefretine karşı ne yapmalıyız? Bizim de kendi tutucularımız var: Batı toplumunun değerleri. Bunlar tehdit altında olduğunda, ne anlama geldiklerini insanlara duyurmamız gerekiyor" Tek sorun bunu yaparken kendimizden başka seslere de kulaklarımızı açmalıyız, yoksa kulaklarımızdaki çınlamadan başka elimize bir şey geçmeyecek.Gittikçe kalabalıklaşan bu dünya üzerinde bir arada yaşamamızı sağlayacak biraz zor bir seçenek var. Siyaset filozofu Bhikhu Parekh işe "İnsan yaşamının enginliği ve derinliği tek bir kültürde birleştirilecek kadar büyüktür" atasözüyle başlıyor. Her kültür insanlığın bazı yönlerini besleyip, geliştiriyor ama öte yandan bazılarının da kaybolmasına neden oluyor, bu gelişim kültürlerin sürekli iletişiminden geliyor. "Biz hepimiz kendi nesnelliğimizin tutsağıyız" diyor Parekh, ve bu doğru, bireysel olarak da toplumsal olarak da, insanlığımızın anlayışını geliştirmek ve kendi körlüğümüzün farkına varmak için başkalarına ihtiyacımız var. Parekh, liberalizmin -aralarında kadın hakları, ifade özgürlüğü, yaşam hakkının da bulunduğu- küresel ilkeleri tespit edip savunmasını doğru buluyor, ancak bu ilkelerin sadece liberalizm tarafından yorumlanıp, uygulanmasına karşı çıkıyor. Haklar çatışma içine düşüyor ve her kültür bu haklar arasında nasıl bir değiş tokuşa gideceğini hesaplıyor.Bu değiş tokuşu anlamak bazen oldukça karmaşık ve zor oluyor. Ancak hiç bir kültür bunu mükemmel gerçekleştirmiş değil, batı liberalizmi de kendine karşı dürüst davrandığında bunu kabullenecektir. Sosyal dayanışma adına müslümanlıktan öğrenilecek çok şey var, kamusal faydanın, cömertliğin ve insani ilişkilerin bu din içinde bulduğu yer çok önemli. Müslüman toplumlar da batının düştüğü bir tartışmanın içinde buldular kendilerini -özgürlük ve toplumsal sorumluluk nasıl dengelenebilir?- ve bizimde onların da birbirimizden yardım almaya ihtiyacımız var, iki taraf da tutuculuktan sıyrılmalıyız. Eğer İslam'dan kendi yobazlığından kurtulmasını istiyorsa, hiç şüphesiz biz de aynısını yapmalıyız.Çeviren : Özgür Oğuz
Metnin Orijinali: http://www.guardian.co.uk/Columnists/Column/0,5673,565216,00.html